25 Eylül 2013 Çarşamba

İnsan ırkları deri renklerine göre mi belirlenir?



İnsan ırkları var mıdır? Deri renkleri neden bu denli fazla?

Çeviri: Bektaş PALA


                             Hepimiz aynı ırktan mıyız?
İnsanlar yüzyıllardır, doğayı ve canlılığı, yerleşik kategori, grup ve usullere göre ele aldı, sıraladı. İlk zamanlarda, sadece anatomik farklılıklar, iki grubu karşılaştırmak için yeterliydi. Örneğin yarasalar basit olarak kuşlar sınıfına yerleştirilmişti çünkü kuşlar gibi uçmalarını sağlayan organlara sahiptiler.  Bu yöntemin Homo sapiens’e uygulanması, uzunca bir zaman aynı mantığı gösteriyordu! Özellikle deri rengi, sürekli olarak sınıflandırmanın konusudur ve bazen farklı gruplar arasında kutuplaşmaya da neden olur.
İnsan türüne ait eski sınıflandırma denemeleri kültürel pratikler ya da anatomi temelinde gelişir ki günümüzün ırkçı teorileri aynı yolu izler.

İnsan sınıflandırılması çalışmalarının tarihi
İncil’de İbranilerin pratik ilkelere göre hayvanları sınıflandırdığı görülür:  Temiz olanlar ve olmayanlar, yenilir olanlar ya da yenilir olmayanlar…
Fransız doktor François Bernier, 1864’te, çok basit ve coğrafik bir yöntemle, dört faklı insan ırkı olduğunu söyleyen ilk kişidir: Her bir kıta kendi insan tipine sahiptir.

Carl Von Linné (Linnaeus), Systema Natura’da Homo sapiens’in karakterlerine göre, biraz daha bilimsel olarak 4 çeşide ayrılmasını önerdi:
-        Amerikalılar: Kızıl, çabucak öfkelenen ve adil
-        Avrupalılar: Beyaz, kan sevici ve kaslı
-        Asyatik: Soluk sarı, melankolik ve sert
-        Afrikalılar: Siyah, soğukkanlı ve rahat
Linné, ayrıca, iki başka değişik fantastik ayrım daha yapar: Azmanlar[1] (tüylü olanlar) ve vurucular (vahşi çocuklar).
Carl Von Linné, her şeye rağmen, türleri yeniden ve yeniden değerlendirip sistem kurmaya çalışanlardan biri olmuştur.



1775’te Doğa bilimci Johann Friedrich Blumenbach , Homo sapienslerin yeniden sınıflandırılmasına ilişkin Linné’ye dayanarak oluşturduğu bir fikir öne sürdü: De generis humani varietate nativa[2]. 1795’te, O, takip eden şu sınıflandırmayı kesin olarak kabul etti: Soluk derili Kafkas türü (Avrupa), Mongol türü (Çin ve Japonya), Kara derili Etiyopya türü(Afrika), Amerikan ve Malezya türleri (Polinezya, Aborjinler…).
Blumenbach’ın büyük yeniliği, türler arasında bir hiyerarşi kurmasıdır. Çok kişisel kriterlere göre, Kafkas türlerini diğerlerinin kökeni olarak görüyordu: Kafkasyalılar en yakışıklı olanlardır! Bu gruptakiler orijinal olarak kalırken, diğer türler dejenere olmuşlardır ( Dejenerasyon sözcüğünün burada bir “diğerine göre sapma” anlamında işlev gördüğü hesap edilmelidir).
Öte yandan Blumenbach, tüm insan türlerinin bir ve aynı tür ile bağlantılı olduğunu düşünür: O, insan türünün birliği ilkesini savunur.

 Sınıflandırmaya ilişkin bütün çalışmalar zamanın ruhunu ve dünyayı algıma biçimimizi yansıtacaktı. Şimdi bizim devralmadığımız bu miras, tarihimizin bir parçasıdır.  Kimileri hala bu teorileri (bazen farkında olmadan!) ırkçı amaçları için kullanıyor. Bilim ve genetik, Homo sapiensin bütünüyle alt-kategorileri olmayan bir ırk olduğunu bizlere gösteriyor. Ve bizler öznel kriterler olan deri rengi, coğrafya, kültür ya da bireysel güzellikten hareket eden bir sınıflandırma yapamayız!



Irkın ve türün tanımlanması
Yaşamın genel sınıflandırılmasında, melezleşmiş tüm toplulukların yeniden gruplandırılması ve soyun kendisi olarak üreyip çoğalabilmesi için türden söz edilir.
Irk kavramı “bir gruba ait ortak ve özel genler” görüşü üzerine kurulur.
François Lebas (INRA onursal araştırmalar direktörü) şu tanımlamayı önerir: “… bir türün içinde bir ırk genellikle, kendi aralarında çiftleşip çoğalarak soylarını devam ettiren, çok sayıda morfolojik ve psikolojik karakteri ortak olan bireylerden oluşan bir topluluk olarak kabul edilir”.




İnsan ırkları mı?
Hiçbir insan topluluğu saf ve kendine has özellikler gösteren genlere sahip değildir. Homo sapiensler bir ve aynı türden oluşurlar. Bir Asyalıyla Avrupalı arasında gözlenen ve büyük anlam ifade etmeyen anatomik farklılıklar, baskın olan ortak genler dolayısıyladır.
İnsan türündeki bu genetik çeşitlilik o kadar önemlidir ki, eğer organını bağışlayacak (bir böbrek örneğin) birine ihtiyaç duyarsanız, uygun donör için öyle şanslısınızdır ki, Senegal Dakar’daki biri bile donör olabilir!
André Langaney (İnsan Müzesi Antropoloji Laboratuvarı eski direktörü) için durum “Aslında,  ırksal olarak genetik belirteç yoktur. Var olan birinin izole edilmesi asla mümkün değildir. Örneğin ‘beyazlarda’ ne var ise, ‘siyahlarda’ o vardır. Sınıflandırma kriterlerine bakarak bir ırk tarifi yapmaya başladığımızda, bu hiç bitmez. Bazıları 450’ye kadar gitti! Eğer nihai anlamda bir sınıflandırma oluşturulacaksa, bir ırk, bireysel düzeyde tanımlanmalıdır zira hepimiz farklıyız”.
İnsan toplulukları tek bir türün,  bir ve aynı taksonomik grubudur.


İnsan türü ne zamandan beri var?
Genetik çalışmalar, insan türünün geçmişinin uzakta olmadığını gösteriyor. Değişik insan toplulukları arasındaki genetik varyasyonlar ise çok zayıf.
Bu küçük farklılaşmaları ortaya çıkarmak için iki insan ve iki şempanzeyi (rastgele seçilen) karşılaştırabiliriz. Şempanzeler, iki insan arasındaki bulunan farklıklara göre daha fazla farklılığı yansıtır.  Dolasıyla onların kekleri bizlerinkine göre daha eskidedir…
Bir türde, birbirleriyle boyut ve önem açısından ilişkisiz kaydedilen genlerin sayısı: Drosophila sinekleri için 14 bin, Homo sapiens için 30 ile 40 bin dir.



Melanositler melanin üretimini kontrol ederler
Deri rengi: Basit bir gen problemi!
Derimizin rengi ne olursa olsun, genlerimizin kontrolü altında melanin (doğal pigmnet) üreten melanositlere sahibizdir.  Yoğunlaşma seviyesine göre,  derimizi az ya da çok koyulaştırır. Aynı zamanda, güneş ışınlarının oranı ve şiddeti bedenimizi etkiler ki, bu etkiden korunmak için de melanin üretilir: işte bu bronzlaşma fenomenidir.



Pigmentasyonun coğrafi dağılımı
Bütün nüansları görebiliriz
Sürekli güneş etkisinde kalan topluluklar “sürekli bronzlaşma” geliştirirler! Eğer bir dönence altı bölgesinden kuzeye doğru yol alırsanız,  hiç şaşmaksızın gitgide insanların daha açık hale geldiğiyle karşılaşırsınız…Yani bu varyasyon adım adım yayılır… Koyu kahverenginden beyaz pembemsiye…
Hangi andan itibaren bir bireyin beyaz, siyah ya da sarı olduğunu belirlememiz imkânsızdır zira tüm nüanslar mümkün ve birbirine bağlantılıdır. 


“Çikolata” kahverengisinden beyaz “aspirin kapsülüne” (yandaki grafik) bütün Homo sapiensler aynı kökene sahiptir.
O, aşağı yukarı 7 milyon yıl önce ortaya çıkar ve muhtemelen Afrika (Toumai?)’da yerleşik durumdadır.
Var olan bütün olasılıklar, ortak atamızın kahverengi bir deriye (güneş ışığına dayanabilmek için) sahip olduğunu ve bir hayli kıllı olduğunu gösterir…   Ne yazık ki deri fosilleşmiyor(!) ve bir gün atalarımızdan geri kalan bir deriyi bulabilmek için şanslı sayılmayız!









[3] Türkçe çevirisi yakında bloga eklenecektir.




 [2] Latince “insan türünün doğal çeşitliliği”.





[1] Yazar burada, kendine göre olağanüstü özellikte olan grupları sınıflandırmak için bu önyargılı ifadeyi tercih ediyor (çn).

                           




21 Eylül 2013 Cumartesi

Mısırlılar kurşun içeren göz makyajını hastalık tedavisi için mi kullanıyorlardı?


Mısırlılar kurşun içeren göz makyajını hastalık tedavisi için mi kullanıyorlardı?

Çeviri: Hasret Öztürk

Takriben 4000 yıl önce, eski Mısırlılar, kurşunu,  gözlerine  sürme olarak çekerken aynı zamanda tıbbi tedavide de kullanıyorlardı. Bu edimi  daha iyi anlamak için, Paris CNRS, UPMC ve ENS'ten kimyagerler C2RMF ile çalışarak az miktarda kurşunun deri hücrelerindeki etkisini araştırdılar. Sonuçlar, düşük dozda kurşunun deri hücrelerini öldürmek yerine, bağışıklılık sistemini olumlu yönde etkileyen nitrojen monoksit üretimine neden olduğunu gösteriyor.  Bu durumda, kurşun bazlı sürme kullanmak göz enfeksiyonlarında bakterilerin üretimine engel olacak bir mekanizma geliştirebilir. Elde edilen bulgular, Mısırlıların, kurşun bazlı sürmeyi  tedavi amaçlı kullanmalarının nedenini gösterdi. Yapılan çalışma Analytical Chemisty’ de online olarak yayımlandı.

Daha önceki çalışmalar, Mısırlıların, kozmetiğin karmaşık doğasıyla yaklaşık 4000 yıl önce ilgilendiklerini göstermişti. Kurşun bazlı birçok Mısır sürmesi, siyah bir galen (kükürtlü kurşun) ile doğal ya da sentezlenmiş kurşun tuzlarından elde edilen  beyaz maddelerin karışımından oluşuyordu. Mısır yazılı kaynaklarında, Yunan ve Romalı doktorların bu karışımları göz bakımında sıkça kullandıkları görülür. Günümüzde kurşun daha çok potansiyel bir zehirli madde olarak bilindiği için tıbbi amaçlı kullanılması oldukça şaşırtıcıdır.

Peki bu kurşun tuzlarının görevi nedir? Bu soruya yanıt bulabilmek için araştırmacılar,  Mısırlılar tarafından sentezlenen tuzlar arasında olan ve bir kurşun klorat olarak bilinen laurionite maddesini ve bu maddenin izole edilmiş deri hücrelerinde etkisini incelediler.  Laurionite,  göz ve deride Pb2+ kurşun iyonlarının oluşumunu son derece küçük konsantrasyonda tetiklemektedir.  Ultramicroelectrod gibi modern elektro-kimyasal araçlar sayesinde, bu maddenin dış deri (epidermis/keratinositler)  hücrelerindeki etkinliği ölçüldü. Bu küçük araç, tek hücreden üretilen çok zayıf sinyalleri analiz etmek için inanılmaz bir kabiliyete sahiptir.  Keratinositler üzerinde çok düşük  miktarda laurionite çözeltisini uyguladıktan sonra, bilim insanları on binlerce nitrojen monoksit molekülünün aşırı üretimini gözlemlediler. Bu radikaller bağışıklık sisteminde birer haberci olarak iş görürler ve kan basıncını düzenleyici olarak önemli bir göreve de sahiptirler. Bakterileri sindirmekte görevli olan makrofajların iletimini tetiklerler ve ayrıca onların kılcal  damar duvarlarından geçişini kolaylaştırırlar.


Sonuç: siyah sürme ile boyanmış bir Mısırlının gözleri, sürme yavaşça çözünürken, yoğun olarak Pb2+  kurşun iyonlarına maruz kalır ki bu durum makrofajların üretimini arttırır. Daha sonradan oluşan ortam, tesadüfen bakteriler için elverişsiz hale gelir. Bu durum, eski Mısır sürmelerinin iyileştirici özelliklerini açıklar ve de eski Mısırlıların, sürmenin, koruyucu tanrılar Horus ve Ra'nın gözlerinden geldiğine niçin inandıkları sorusunun yanıtını verir. 

19 Eylül 2013 Perşembe

Dilin kökeni

Atalarımız ne zamandır dili kullanıyor?

Yazının orijinali için link: http://www.hominides.com/html/dossiers/langage.php
Çeviri: Bektaş PALA

Toplumumuz,  dili, tam olarak insan oluşunu bütünleyen bir unsur olarak özümsedi.  İnsanın bu özelliği, ayrıca bizi diğer hayvanlardan (bakınız insan ve maymun dosyası) farklılaştıran güven verici öğelerden biridir. Bebeğin ilk kelimelerine sinen önemin geldiği yer: “Baba dedi!” Gerçek bir marifet!

Yanı sıra, dilin kökeni konusu karışıktır.  Olgusal olarak, direk konuşma biçimini gösteren ne bir iz ne de bir fosil vardır! Dolasıyla bilim insanları, daha önceden tespit edilen (alet edevat, göçler, kafatası analizler…) farklı bilgiler ve güncel çalışmalarla (büyük maymunlar ve bebeklerde iletişim…) kullanmak zorundadırlar.  Teorilerini geliştirmek için bu gözlemlerden faydalanırlar.

Dil ne zaman ortaya çıktı?

On yedinci yüzyıldan beri sorulur: İnsan ne zamandır sistemli olarak dili kullanıyor? Konuyla ilgili çok sayıda ilginç teoriler geliştirildi. 1866’da, Paris Lengüistik Topluluğu (1864’te kurulur) bu fantastiktik girişimleri durdurur ve dilin kökenine ilişkin kişisel metinlerin yayımlanmasını tamamen yasaklar.
Yirminci yüzyılın sonunda bu yasak kalkar ve dilin kökeni, akademik çalışmaların bir konusu olur.
80’lerde bilim insanların çoğunluğu dilin kökenine ilgiliydiler ve dilin yaşının, 40 bin yıldan daha geç olduğuna eğilimliydiler. Üstelik bu periyod, “simgesel devrim” (mağara süsleme sanatının, mezar sisteminin ve de alet kullanımının giderek geliştiği periyod)’in periyoduydu.
Şimdi dilin kökeni daha eskilerde aramanın olanağı mevcut. Anatomik beceri üzerine yapılan son çalışmalar, ilk hominidlerin, 2 milyon önce ilk dil kullanımına meyilli olduklarını gösteriyor.

2011’in Nisan’ında, Dr. Quentin Atkinson (Aucland Üniversitesi)’un yaptığı bir çalışma, dilin kökeninde Afrika’yı işaret etti. Dr. Atkinson, dünya dilleri arasında 504 dili, rakam ve sesbirim çeşitliliği açısından karşılaştırdı ve listesini çıkarttı. Öyle ki, sesbirim çeşitliliğinde en zengin dillerin, Güney Afrika’da bir kıyı şeridi boyunca uzanan Senegal başta olmak üzere Afrika’da bulunduğunu hesaplayabildi.  İnsanlığın en son fethettiği Kuzey Amerika ve Okyanusya’da bulunan daha az zengin dillerin aksine bu böyleydi… Bu yeni keşif, Science et Nature dergisinin, insanlığın Afrikalı kökenine dair yayımladığı bir çalışmayla doğrulanıyordu. Quentin Atkinson’un çalışmalarının, başka bir ekip tarafından, insan dilinin yayılımının, genetik dağılım gibi zorunlu olarak gerçekleşmediğine bir kanıt olarak dahil edildiği not edilmeli.

Ouah-ouah, Peuh-peuh, La-la, Ding-dong, Oh-hisse…
Endişelenmeyiniz, bunlar dilin kökeni üzerine geliştirilen teoriler değiller!
Ouah-ouah: Çevredeki gürültünün taklidi için…
Peuh-peuh: Sahip olunmayan şeye sahipmiş gibi davranmayı anlatmak için..
La-la: ilk sözcüklerin çocuksu kökeni için…
Ding-dong: İnisiyasyonda ezgiler için…
Ve son olarak Oh-hisse: çalışma esnasında uyarı için…
Özet olarak, geçmişin zenginliği az çok bu garip teorilerde görülüyor.

Kökene ilişkin farklı hipotezler

İşaret dili
Dilin ilk formunun, eylemlerin ya da nesnelerin mimiklerle anlatıldığı demek olan bu teori Merlin Donald tarafından geliştirildi. Donald, teorisini şempanzeler üzerinde denedi ve onların eylemleri “kopya” ettikleri sonucuna ulaştı. Örneğin, türdeşlerine ava çıkmayı önermek için bir hominid, hayali bir hayvana doğru mızrak fırlatır gibi yapmalıydı.  Bu hipotezin nesneleri ya da yoğun eylemleri tanımlamaya olanaklı olmadığı kaydedilmeli: Yemek, bizon, içmek gibi…  Diğer taraftan, bütün soyut bilgiyi de mimiklerle anlatmakta mümkün değil “yarın ava çıkıyoruz” ya da “dün,  ırmak yakınında bir bizon gördüm” durumları gibi.
Bu benzerleşme teorisi çekici ve de bazı primat, gençler ve çocuklarda, oyun ya da öğrenim amaçlı olan benzerleşme edimlerini gözlemleyebiliriz ama bu asla tek başına iletişim için değildir.

Jestler ve dil
Michael Corbalis, jestlerle iletişimin temel olarak sistemli dili öncelediğini öne sürer. Tezinin temeli, sağır ve dilsizlerin jestlerinden hareket eder:
Ø   Yırtıcı hayvanların dikkatini çekecek ve onlara av olmalarına neden olacak gürültünün olmaması
Ø   Jest pratiği yönü göstermeyi sağlıyordu (bugün dahi bu jesti pratikliyoruz!)


Jean-François Dortier, bu pratiğin avantajlar getirmesine rağmen neden terkedildiğinin ve hominidlerin karanlıkta nasıl iletişim kurduklarının bilinmesi gerektiğinin altını çiziyor.


Önsel dil
 Önsel dilin 2 milyon yıl öncesinden, primitif dilden köken aldığı ve adım adım zenginleştiği fikri dilbilimci Derek Bickerton tarafından geliştirildi. Bileşik ve yan yana gelmiş sözcükler gramer yapısından yoksundular. Dolasıyla atalarımız cümlelerin dünyasal anlamlarını bozmadan şu tipte cümleler kurabiliyorlardı: “Rahan yemek meyve” ya da “yemek meyve Rahan” .
Önsel dil 50 000 yıl önce sistemli bir dile doğru evrilmeye başlamış olmalı.
Önsel Dil teorisi, dört farklı akademik çalışmaya dayanır ki bunlar bizim primitif dillerimiz olabilirdi:
-        Büyük maymunların dili, taklit dili olarak öğrenildi
-        Çocuk dili en az 2 yaşında oluşmaya başlar
-        Genie[1] dili, “dolap-çocuk” 13 yıl boyunca yalıtıktı
-        Pidgin[2] dili, bir arada yaşayan ama iletişimde zorluk çeken topluluklar tarafından yaratılan ve kullanılan ortak dildir.
Önsel dil, şimdi en yaygın şekilde kabul gören hipotezdir.

                               Hangi hominid ilk olarak dili kullandı?

Bazı antropologlara göre, hominidler temel gırtlak bassosuna ve de ayrıca yassı bir kafatasına sahiptiler.  Karakteristik olarak bu özellik, yaşı en az 2,5 milyon olan atalarımızda bulunur: Paranthropus ve homolar. Bununla birlikte tek başına bu karakter, Pascal Picq tarafından haklı olarak eleştiri alır. Phillip Tobias için, endocranial mulajlar, Homo habilis’in, algıda özelleşme sağlayan ve dilsel gelişimde önemli olan Broca ve Wernicke alanlarını gösteriyordu. Ama diğer çalışmalar da gösterdi ki, fiziksel olarak konuşkan gırtlak aşağı inmiş değildi ve dolasıyla “doğru biçimde eklem” oluşturamıyordu.
Birçok bilim insanı için ise Homo erectus dil yeteneğine sahip olmalıydı zira çakmaktaşını (Levallois) üretmek için gerekli olan bir ustalık ve tekniğe, geliştirilen ortalama bir iletişim ile geçemezdi.

Ve Neanderthal?  Çalışmalar birbiri ardına sıralanıyor ve tersini söylüyor. Amerikalı araştırmacılara göre, Neanderthal gırtlağının pozisyonu ve morfolojisi, genişlemiş bir gam ve ses (bazı sessiz harflerle, birazda sesli harfler) üretimine izin vermiyordu. Fransız antropolog Anne-Marie Tillier (CNRS Bordeaux) için de hiç şüphesiz Neanderthal eklemli bir dili geliştirmişti.

Niçin dil?

Belirgin  bir görünümü olsa da, kendi kendimize, dilin, hangi ihtiyacı ürünü olduğunu sormadan edemiyoruz. Tabi ki, her şeyden önce, genel anlamda ortalama bir iletişim için… Dil kullanımının, dili kullanan ilk insanlara gerçek bir avantaj sağladığı düşünülebilir:
-        Bir kulübe ya da barınak yapımında daha hızlı ortaklık oluşturmak “ben toplamak dallar”, “sen yolmak yapraklar” gibi.
-        Birçok defa aynı hayvanı avlayacak strateji oluşturmak “sen geçmek burada”, “ben geçmek arkada” gibi
-        Acil durumlarda hızlı iletişim “kaçmak yılan burada” gibi
Bütün bu örnekler, acil durumlarda, hızlılık, kolaylık ve hayatı sürdürme açısından  dilin faydalarını göstermektedir.

Bununla birlikte, bu tezlerin çerçevesine itiraz eden bir neo-darvinist dalga da vardır: Dil, evrimsel avantaj getirmez.  Bilgileri değiştirmek, iletişim kurmak tehlikeli de olabilir: İşte bu, Makyavelist aklın, neo-darvinist teorisidir.  Hemcinsleriyle iletişim kurmayan, sessiz kalan birey daha kazançlıdır. Bu hipotezi destekleyen olgular yoktur:  Dilin gelişimi, izole olan topluluklar dâhil, bütün topluluklarda görülür… Ve de bu, insan türünün tüm gezegen üzerindeki gelişimine engel değildir!

Dilin kullanımı üzerine en az basitlikte başkaca teorilerde vardır.
Robin Dunbar (primatolog), dilin, özellikle sosyal ilişkilerde ve yaşanılan ortamda (kabile, aile…) bir korunma duygusu getirdiğini düşünür.  Teorisi için destekleyici bir çalışmayı günümüz insanlarıyla (kafe, bar, tren gibi çeşitli yerlerde) görüşerek yaptı. Sonuçlar şaşırtıcıydı: Zamanımızın % 65’ini sosyal konulardan bahsederek geçiriyoruz. Kim kiminle ne yaptı, seviyorum, sevmiyorum gibi cümleler sohbetler yer aldı…! Süreli yayınları ve insan gösterilerini daha iyi anlayabiliyoruz. Onlar, komşularımızın ve de daha genel olarak çağdaşlarımızın ne yaptıklarına dair doğuştan gelen bilme isteğine yanıt veriyor. 

Anatomik bir bakış açısıyla ele alındığında konuşmak için ne gerekli?
Ses çıkarma noktası, biçimlenmiş akciğerler, kaslar (göğüs kafesi, karın…), gırtlak, yutak, burun delikleri, yumuşak damak dil ve dudaklar…
Gırtlak ses çıkarma noktasının temel unsurudur. İnsanda, bebeklik zamanında pozisyonu yukarıdadır ve yetişkinlerde aşağı iner. Ayrıca gırtlak, eklemlenmiş ve perdeli dilin oluşumuna olanak verir.
Büyük maymunlarda gırtlak her zaman, yetişkinlikte dahi yukarıda kalır: Yani onun, kuzeni insan gibi konuşması imkânsızdır.

Konuşmak için, ayrıca,  Broca  (dilin oluşumu) ve de Wernicke (kavrama) alanlarının olduğu anlayan bir beyin gerekmektedir.





[1] Genie, 13 yıl boyunca konuşmayan, uzmanlar tarafından bulunduğunda 13 yaşında olan ve 7 yıllık tıbbi tedavinin ardından 20 yaşında konuşmaya başlayan çocuk.
[2] Pidgin dili, birbirlerinden farklı diller konuşan, kendi ana dilleriyle anlaşmayı sağlayamayan birden fazla grubun kendi aralarında iletişim kurmak için kullandıkları dilleri ifade etmek için dilbilimciler tarafından kullanılan bir terimdir.



17 Eylül 2013 Salı

ANNELER HER ŞEYİN DAHA İYİSİNİ BİLİRLER...

 ANNELER HER ŞEYİN DAHA İYİSİNİ BİLİRLER...

Annenizin genleri sizin yaşlanmanızı hızlandırıyor...
Kaynak: Karolinska Enstitüsü
Çeviri: Hasret Öztürk

Vücudumuzdaki çeşitli organların fonksiyonlarını yerine getirememesine yol açan, birçok hücrede meydana gelen hücre bozukluklarının birikimi olarak tanımlayabileceğimiz yaşlılık, birçok nedenden kaynaklanmaktadır. Yaşlanmanın kaynağı önemli derecede, hücrenin güç kaynağı olarak adlandırabileceğimiz mitokondri organelinde görülür.

Mitokondri organeli kendi DNA’sına sahiptir ki bu durum, bir hücre içerisinde birden fazla DNA olduğunu gösterir. Ayrıca, mitokondride bulunan DNA yaşlanmada oldukça önemli bir göreve sahiptir. Karolinska Enstitüsü ve Max Planck Enstitüsü, Yaşlanmanın Biyolojisi Bölümü araştırmacılarından Nils-Göran Larssson’a göre, mitokondride meydana gelen birçok mutasyon hücrenin enerji üretimini zamanla düşürmektedir. Fakat günümüzdeki araştırmacılar, yaslanmanın sadece insan hayatı boyunca zarar görmüş mitokondri DNA’sının birikiminden değil, aynı zamanda annenin bebeğine miras bıraktığı DNA'dan da kaynaklı olabileceğini gösterdiler. 

Durumu 'Sürpriz bir şekilde, annemizin mitokondri DNA’sı, bizim yaslanma surecimizi etkiliyor. Eğer tamamen annemizin mutasyona uğramış mitokondri DNA’sını almış olsaydık, çok daha çabuk yaşlanırdık." diye açıklıyor Profesor Larsson.
                                               
                                                   
                               


Normal ve hasar görmüş  DNA , bir jenerasyondan diğer jenerasyona geçmektedir. Ancak, sorulması gereken soru, bu DNA'nın bizi ne derecede etkilediğidir.  Örneğin, vücudumuzda meydana gelen ve bizi olumsuz yönde etkileyecek olan her türlü durum  hala araştılırmaktadir. Araştırmacilar hafif bir DNA hasarının bile anneden bebeğe geçebileceğini ve yaşlanma sürecini etkilediğini göstermişlerdir.

Norobilim bölümünden Profesor Lars Olso "Yaptığımız çalışmalar bize düşük seviyede mutasyona uğramış mitokondri DNA'sının gelişimsel sonuçları olduğunu ve aynı zamanda beyinde fonksiyon bozukluğu yaratabileceğini  gostermiştir”. Diyerek çalismalarının önemini dile getirmiştir. 

Profesör Lars ise "Bulduğumuz sonucçar yaşlanma sürecinin nasıl meydana geldiği üzerine daha fazla ışık tutacaktır ve mitokondri organelinin yaşlanmada nasıl bir anahtar rol oynadiğını kanıtlayacaktır.” sözüyle çalışmalarını desteklemiştir.

Yayınlanan  makale ve veriler fareler üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda elde edilmiştir. Araştırmacılar azalan mutasyon sayısının yaşam süresini artırıp arttıramayacağını görmek için çalışmalarını fareler ve meyve sinekleri üzerinde yapmaya devam edeceklerdir.

Yayın: "Germline mitochondrial DNA mutations aggravate ageing and can impair brain development", Jaime M. Ross, James B. Stewart, Erik Hagström, Stefan Brene, Arnaud Mourier, Giuseppe Coppotelli, Christoph Freyer, Marie Lagouge, Barry J. Hoffer, Lars Olson & Nils-Göran Larsson, Nature, online 21 August 2013, doi:10.1038/nature12474


Ek bilgi için iletişim:
Prof.  Nils-Göran Larsson, danışman
Tıp Laboratuvarı,  Karolinska Enstitüsü
Tel:  +46 (0)8 524 830 39 ya da +46 (0)70 209 71 55 

Prof. Lars Olson,
Norobilim Bölümü, Karolinska Enstitüsü
Tel: +46 (0)8 524 870 50 or +46 (0)70 670 33 88 
Email: : Lars.Olson@ki.se










15 Eylül 2013 Pazar

Front National (FN) : Göç, paradoks

Front National (FN)[1]: Göç, paradoks

Patrick MIGNARD
Çev: Muammer TAN

Avrupa’daki aynı tipte diğer parti ve örgütler gibi Front National’de(bundan böyle FN olarak geçecektir çn.) göçten söz etmeyi bırakmıyor başka bir ifadeyle ruhlarına sinmiş “toprağımızın yabancılar tarafından işgali” fikrinden… Politik sınıflara kendisini empoze etmek için, politikasının ana eksenini, kendisine koruyucu olarak gördüğü kaygı ve korku üzerine oturtuyor.

GÖÇMENLİK FRONT NATIONAL  İÇİN NE ANLAMA GELİR

FN için göçmenlik yabancıların basitçe gelip yerleşmeleri değildir… Göç, "Ulusal kimlik" için bir tehdit ve tehlikedir.  Yani söz konusu tehlike geniş anlamda kültürel kaide’yi oluşturan ulusal kimlikle ilgilidir: değerler, semboller ve adetler…    

Yabancı, geldiği yeni ülkeye, ülkesinin farklılıklarını içinde taşıdığı bir kültürel bagaj ile yerleşecektir… Ve bir ülkeye yerleşmek, otomatik olarak bu bagajdan vazgeçmek değildir. Bu bagajın bir defa yabancı topraklara girmesiyle akıllarda kalan soru ona ne olduğudur.

FN, farklı kültürler arasında bir ayrıma gider… Bu ayrıma göre, bazı kültürler Fransız kültürüne yakındırlar ki bu yakınlık onların entegre olmalarına her zaman olmasa da (Asyatik kültürler)  olanak sağlar. Sıralama Yahudi-Hristiyan kıstaslarını içine alarak devam eder ve buradaki kıstaslar İslam’a yeğdir.

FN’ye göre “İslami Kültür”, Fransa Cumhuriyeti değerleriyle uyumlu olmadığı gibi, Cumhuriyet için bir tehlikedir. Öyle ki bu hipotez, bu kültürün çağrıştırdığı her şeyi potansiyel tehlike olarak görür. Ve böylece, “Fransız kimliği”ni savunmak adına işleyecek strateji, nüfusun Müslüman kökenlilerini sınır dışı etmektir.

Katolik dini ve Cumhuriyetin değerleri arasındaki derin uçurumun olduğu bilindiğinde… Kilisenin totaliter zorbalığını yok etmek için cumhuriyetçilerin çabaları bilindiğinde… Ve FN’nin, köktenci Katoliklere karşı tutumuna bakıldığında bu argümanın pisliği görülecektir.

Ama bu mantığı onaylamaksızın işitiyoruz! Bu tutum kendi içinde fazlasıyla çelişkili, politik olarak gülünç ve tarihsel olarak saçma şeyleri taşıyor…

GÖÇMEN ve İSTİLACI

İspanyol istilacılar Amerika’ya çıktıklarında, tarih-öncesinde değillerdi ve hali hazırda yerli nüfusu bulunan toprakları  işgal etmişlerdi ve de uygarlık seviyesi ilerde olan, kendilerine ait bir kültür geliştirmiş insanlarla karşı karşıyaydılar.  İstilacılar, o insanların köklerini kazıyıp yurtlarını işgal ettiler, kültürlerini, geleneklerini, dillerini yok ettiler ve düpedüz onların yerlerini aldılar.

Avrupalı istilacılar Kuzey Amerika’ya çıktıklarında, Güneyi işgal eden istilacılar gibi, aynı yöntemi kullanarak bu bölgede yaşayan insanları avladılar, köleleştirdiler, esir aldılar ve bir bölümünü katledip topraklarına el koydular.

Britanyalı ve Hollandalı istilacılar Güney Afrika’yı kuşattıklarında, yerli nüfusu aynı şekilde avlayıp topraklarını aldılar. Avustralya için Yeni Zelanda,  Fransızlar için Yeni Kaledonya, İsrailliler için Filistin aynı anlama gelir.

Eğer FN, halkın orijinal kimliğini savunmayı dert ediniyorsa, bununla birlikte, bu tür olayları (yukarıdaki istilalar kastediliyor. çn) artık mutlak bir kayıtsızlık içinde “normal” görüyorsa, yani sömürgeleştirmenin bu tipi Ona haktır (?)

Amerikan kıtasındaki yerel kültürü yok eden göçmenlerin devamı olan hükümetin varlığını, FN nasıl kabul ediyor?

Nasıl olurda FN, Yeni Kaledonya’da kendilerine ait olmayan toprakları çalan Fransız istilacılarının iddialarını destekler?

Cezayir’in 1830’larda sömürgeleştirilmesi yerel kültür için açıkça bir tehlike iken, nasıl olurda FN Cezayir’in sömürgeleştirilmesini savunur?

FN’e göre Fransa’daki göçmenler, Fransa’nın hazır bulunan avantajlarından istifade ederler, zenginliğimizden faydalanırlar. Öte yandan üretime katkı da sağlarlar. Ama istilacılar oradaki ülkeleri tamamen yağmalarlar, nüfusu yok ederler.

FN için, göçün iyisi ya da kötüsü var mıdır? FN için, diğerlerinden farklı olarak “saygın” bir istila var mıdır?

Görünüşe göre evet! Ama bu durumda sınıflandırmanın kriterleri hangileri olacak?

Göçmen tehlikeli olacak ama istilacı saygın!

IRKÇI BİR TEMEL

Bazı şeyleri lafı dolandırmadan söyleyelim… “Göçmen” ve “istilacı” arasındaki fark, ilkinin beyaz olmayan, ikincisinin ise beyaz olduğudur.

Bir beyaz bir ülkeyi istila eder ki bu saygındır zira oraya uygarlık ve “gerçek tanrı”yı götürür.



Renkli olan adam aşka bir ülkeye uygarlıktan faydalanmaya gider ve oraya tiksinti veren değerler getirir.

Başka bir ifadeyle, kabaca söyleyelim, “gerçek kültür”ü ve diğerlerini elinde bulunduran, onlara sahip üstün, beyaz bir ırk olacak… Tez olarak yeni bir tez değil ama insan ruhunun evriminin bu aşamanın ötesine geçmesine izin vermesini düşünebilirdik. Halbuki yapacak bir şey yok ve FN bu konuda parlak bir üne sahip.

TARİHİN NE OLDUĞUNA DAİR TAMAMEN BİR YANLIŞ ANLAMA

Irkçı ve embesil bir parti olan FN, göçmenler hakkında tüm gerici fikirlerini ortaya koyuyor ve Lepenci[2]  “düşünce”yi sayıklıyor.

İnsanlık tarihi herhangi bir kara parçasında donuk(hareketsiz) olarak kalmış insan gruplarından oluşmadı… Tam tersine, nüfusun durmadan karıştığı bir süreçti. Kısacık insan ömründen daha uzun, ardı ardına, bir ritimde seyreden uygarlıklar kuruldu ve dağıtıldı.

İletişimin ve taşımacılığın gelişmesi belli ki nüfus değişimini kolaylaştırdı.  Ve zaman o kadar da uzak değil, nüfusun be hareketleri,  insan ömrü süresince gözlemlenemezdi ve bugün hala hızlı bir ritim ile bu süreç devam ediyor.

Bu zorunlu gerçeklik , azınlığın, insanlığın geri kalanına savaş ilanı karşısında iyi bir yanıttır ve  bizi, diğer kültürlerin birbirleriyle olan ilişiklerinde, şiddeti, sınır dışı etmeleri ve kendi başına bırakılmışlığı ötekileştirme çn) kavramaya götürü.

Ulusalcı faşist ideolojiler ve elbette Nazizm,  aptalca ve sistematik olarak bu ispatlanmış gerçeği reddettiler, politik modeller ve sosyal tutumlar geliştirdiler ve ki bu ötekilerin dışlanmasını getirerek, onun yok edilmesini anlamına gelerek tüm bu durumlarda bildiğimiz gerçek, insanlığa pahalıya mal olan bir çatışma gerçeği var olacaktı.

Süre giden bu politik tutum, kültürler arasındaki, en kötü, en saçma, yani ne kadar kötü olabilirse o derece problemlerin oluşmasına dayanak oluyordu.

Bu durum, nüfusun sabit karışımlarını fikir ve değer çatışmalarıyla iyi ki hariç tutmuyor … Bu tartışmalar, çatışmanın kaçınılmaz yüzleşmesinde, savaşa götürmedikleri durumlarda iyidirler.

İnsan olarak, tüm fiziksel  değerleriyle, ama kültürel olrak ayrıca, diğerine saygı temelinde var olan bu temel değer , laiklik için kavga ismini taşır. Bu temel değerden sonra diğer değerler başlar…

Elbette saf olmuyoruz, bu kavga, diğer tüm kavgalar gibi risksiz değil ama bu kavga tüm evrensel değerler üzerinde kuruldu tek garantisi toplumsal etiktir.  Dolasıyla bu kavga, nesillerdir değişik formlarda hoşgörüsüzlüğe, ırkçılığa, ayrımcılığa ve baskıya  karşı devam ediyor.

Tarihin akışı doğrusal olmaz ve laiklik ,eylemimizin rehberi ve etik olarak laikliğin güvencesi eylemlerimizdir. Aynı şekilde ve özellikle diğeriyle, kadınlarla ve erkeklerle laik olsun olmasın ilişkilerimiz bu güvencededir.  Bu, asla laik olmayanlar, var olma haklarının yok olması demek değildir, bilakis var olmalarının güvencesidir.



Öyleyse FN ne zaman göçten ve laiklikten söz etse geride hayalperestler bırakır!!!









[1] Front National (ulusal cephe), Le Pen’in kurduğu ve şimdi kızı Marine Le Pen tarafından idare edilen ırkçı ve milliyetçi bir partidir.
[2] Front National’ın kurucusu Le Pen’in görüşleri kastediliyor.